Basına ve Kamuoyuna
İnsanlar tarih boyunca ve yine insan ürünü mekanizma ve devletlere karşı sadece insan olmaktan kaynaklanan haklarını kullanma konusunda büyük bedeller ödemiştir. İnsanlık tarihi aynı zamanda insan haklarının korunması ve güvence altına alınması konusundaki bu bedellerin ve mücadelelerin de tarihidir. Bu anlamda 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi ortaya koymuş olduğu ilkelerve insan hakları idealleri ile insanlığın ortak değerlerlerinden birini ifade etmektedir.
Ancak maalesef bireyin günlük yaşamında ve devlet uygulamalarında insan hakları daha çok bir ideal olarak kalmakta, bireysel menfaatler ve devletlerin “yüksek” çıkarları karşısında vazgeçilebilir, ertelenebilir lüks değerler olarak görülmektedir.
2012 yılı Dünyasında ve Türkiye’sinde bu konudaki tüm mücadele ve ağır bedellere karşın, insanlığın büyük idealleri politik ve ekonomik çıkarlara kurban edilmektedir.
Birey yaşamının devlet mefhumu ve devletlerarası çıkarlar karşısında hiçbir anlam ifade etmediği bölgemizdeki siyasal çatışmalarda ve özellikle Suriye’deki savaşta, sayısı on binleri bulan insan hayatını kaybetmiş yine yüz binlerce insan yerlerinden olmuş, komşu ülkelere sığınmış ve çok ağır koşullarda yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Bir çok ülkede sadece etnik ya da inanç ve mezhep farklılıklardan binlerce insan yaşam ve diğer temel haklarından mahrum bırakılmışlardır. Myanmar inanç farklılığı yüzünden kitlesel düzeyde bu ölümlerin yaşandığı yerlerden sadece biridir. Bir toplumsal değişime tekabül ettiği umulan ve büyük heyecan yaratan “Arap Baharı”nın toplumsal hareketliliğin daha çok iktidar mücadelesi niteliğine bürünmesi iktidarın her koşulda haklara tercih edildiğini maalesef bir kez daha ortaya koymuştur. Uluslar arası toplum ve mekanizmalar bahsi geçen siyasal çatışma ve şiddet ortamında karar alma süreçleri ve yaptırımlar konusunda insanlığın ortak değerleri yerine siyasal denge ve çıkarları esas almış, güvenirliklerini daha da yitirmişlerdir
Türkiye’de başta yaşam hakkı olmak üzere, düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, çalışma ve eğitim hakları ciddi sorunlar yaşanmaya devam etmektedir.
Aradan neredeyse bir yıl geçmiş olmasına ve siyasal iktidarın tüm taahhütlerine rağmen Roboski’de 34 sivilin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olayın failleri tespit edilmemiş ve olayın üzerindeki sis perdesi aralanmamıştır. Mağdur ailelerden özür dilenmediği gibi aileler, kimi çalışma ve girişimlerinden dolayı baskı altında tutulmuşlardır.
Kürt meselesinin siyasal bir mesele olduğu kadar insan hakları sorunu olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Mahkemelerde anadilde savunma hakkının sağlanması girişiminin bile açlık grevleri sonucunda başlatılması, insan hakları konusunda alınması gereken mesafeyi göstermektedir. Mahkemelerde anadilde savunma hakkının sağlanmasına yönelik girişimi bütün eksikliklerine rağmen olumlu karşılamaktayız. Seçmeli dil dersinin, Anadilde eğitim hakkının yerine ikame edilmesi ise kabul edilecek bir yaklaşım değildir. Kürt sorununda çözümün şiddet ile değil siyaset aracıyla sağlanmasının önerildiği bir ortamda,siyasetçiler üzerinde süreklilik arz eden operasyonlar ve seçilmişlere yönelik ve kişilere özgü dokunulmazlıkların kaldırılması girişimleri, siyaset kurumunu işlevsizleştirecek sorunun çözümünü zorlaştıracak, erteleyecektir. Kürt sorunu neredeyse Anayasanın üzerinde bir rol verilen TMK ile çözülmesine çalışılmaktadır. TMK bir an önce kaldırılmalı, suç ve suçlu ile mücadele konusunda istisnai mevzuat ve yargılama usullerinden vazgeçilmelidir. Siyaset kurumunun ve STK’lar üzerinden sivil hayatın baskı altında tutulması ile devam eden sürecin yargısal faaliyetlerin süjesi olan meslektaşlarımıza kadar uzanmış olması ciddi toplumsal kaygılara sebebiyet vermektedir. Bu açıdan hiç bir zaman şiddet dilini kullanmayan ve sürekli olarak barışçıl faaliyet yürüten meslektaşımız Av. Mehdi Öztüzün’ün tutuklanması ve yargılanmasının toplumun hiçbir kesiminde kabul görmediğini özellikle vurgulamak gerekmektedir.
Din ve vicdan hürriyeti konusunda problemli bakış ve pratik devam etmekte, bir taraftan seçmeli Kur’an ve Siyer dersleri konmakta ve bu konuda ailelere inisiyatif tanınmakta iken, diğer yandan başörtüsü konusunda yasaklamalar getirilmekte ailelerin beklenti ve talepleri dikkate alınmamaktadır. Bu konudaki tüm tartışmalar bir yana, tartışılmayacak tek konu temel hak ve hürriyetlerden olan inanç ve gereklerini yaşama konusunda devletin müdahil olma hakkının olmadığıdır. Siyasal iktidar Türkiye’de inanç özgürlüğü konusunda bir sembole dönüşmüş olan başörtüsü sorununun geçiştirerek/erteleyerek gerektiğinde kullanılacak siyasal bir sembole dönüştürmüştür. Siyaset hayatın her alanına sirayet etmiş iken bir tek başörtüsü üzerinden nötr alanlar yaratma çabası samimi değildir. Bu nedenle kamusal hayat da dahil olmak üzere hayatın her alanında başörtüsüne serbesti tanınması inanç ve fikir özgürlüğünün bir gereğidir.
İnanç ve inancın gereğini yaşama hürriyeti kadar, inanmama ve toplumdaki genel inancın dışındaki inanç gruplarının da ibadet ve hürriyeti güvence altına alınmalı, devlet tüm kurumları ile inanç gruplarına karşı eşit mesafe de durmalıdır. Bu konuda resmi hiçbir alan olmamalı, inanç ve inanmama özgürlüğü bireylerin ve inanç gruplarının inisiyatifine bırakılmalıdır.
Darbeleri araştıran komisyonlar çalışma yürütürken, darbe ürünü kurumların ve bu kurumların siyasal ve idari geleneklerin devam etmesi mümkün değildir. Bu nedenle darbe ürünü tüm kurumlar kaldırılmalı, toplum ihtiyaçlarını esas alan yeni bir anayasa konusundaki çalışmalar hızlandırılmalıdır. 28 Şubat da dahil olmak üzere, bu anlayış ürünü olan toplum üzerindeki travmasını devam ettiren yargısal ve idari kararların iptal edilmelidir.
Batman Barosu olarak insan haklarının tüm idari ve yargısal faaliyetlerde elle tutulur, gözle görülür bir pratiğe dönüşmesinin takipçisi olduğumuzu duyuruyor ve insan hakları gününü kutluyoruz.
Batman Barosu Başkanlığı